18 Mayıs 2011 Çarşamba

Falcıda

 
Eyüp’te yokuş dar bir sokaktaydı kadının evi. Dışarıdan bakıldığında, iki katlı şekilsiz bu evin giriş kapısı, nem, ıslak saman ve çürümüş tahta kokan bir avluya açılıyordu. Avlunun sol köşesindeki çeşmenin yanına bağlanmış eşek yağmurdan sırılsıklam olmuş tıksırıyordu.
Avlunun üç duvarında biri açık, diğerleriyse yıllardır yerinden oynamamış gibi kapalı duran üç kapı vardı. Açık kapıdan tahta bir merdivenin ilk basamakları görünüyordu.
Eşeğin tıksırığı ve asma yapraklarını döven ince yağmurunkinin dışında hiçbir ses duyulmuyordu. Bir an için yanlış geldim herhalde diye düşünüp geri dönmeyi düşündü ama ayakları onu açık kapıdan içeri sokmuş, ürkek adımlarla merdivenleri çıkıyordu.
Üst kata yaklaştıkça halıda yürüyen ayakkabısız ayakların sesini duyar gibi oldu. Birisi birisine fısıltıyla bir şeyler tembihliyordu. Tahta tırabzanlara tutunarak, dikkat kesilmiş bir halde tırmandı merdiveni.
Yanlış duymamış ya da hissetmemişti. Yüzünü tam göremediği, yanında yedi-sekiz yaşlarında, beyaz çarşaf içinde bir kız çocuğu olan, zayıf, avurtları çökmüş, kır saçlı hafif kambur bir adam, sırtı ona dönük bir kadına fısıltıyla bir şeyler tembihliyordu. Adamın son söylettiklerini işitti sadece:
“Unutma kefareti ödenmeden ruh huzura kavuşmaz.”
Sonra iki avucunu duasını bitirmiş biri gibi, gözlerini kapatarak yüzüne sürdü.
Kadın cüzdanını telaşla karıştırıp adamın bileğine asılı kirli yeşil keseye, telaşla para bıraktı. Sonra yanı başlarında bir mağara deliği gibi açık duran loş ışıklı odanın kapısının sağında ellerini önünde kavuşturmuş, yüzü yere eğik beklemeye başladı.

Kadın çekilince tam olarak görebildi, seyrek kır sakallı, kamburun rengi soluk yüzünü. Adam onun geldiğinin farkında değilmiş gibi davranıyor, yanındaki kız çocuğu ise gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Merdivenin son basamağını da çıktıktan sonra ne yapacağını bilmez halde beklemeye başladı. Adam o anda onu fark etmiş gibi eliyle 'orada dur' işareti yaptı.
O ara loş ışıklı odanın kapısından, otuzlu yaşlarda, şık giyimli, türbanlı yüzünü kimseye göstermek istemezcesine başı öne eğmiş bir kadın çıktı. Kapının yanı başındaki raflarda duran topuklu kırmızı ayakkabılarını alıp aceleyle, beş-altı adım mesafedeki merdivenlere yürüdü. Merdivenin başına geldiğinde yere bıraktığı ayakkabıları telaşla giyip basamakları hızla inerek gözden kayboldu.
Biraz önce adamın tembihlediği kısa boylu tııknaz kadın açık kapının önünde ayakkabılarını çıkarıp aynı rafa koyarak, yüzü yere eğik beklemeye başladı. Sonra bir işaret almışçasına girdi içeri.

Adam onun kendisine doğru hareketlendiğini görünce tekrar eliyle bekle işareti yapıp, kızın elinden tutarak solunda duran yeşil kapıyı açıp yan tarafa geçti. Birkaç dakika sonra tekrar geldiğinde yanında beyaz çarşaflı kız çocuğu yoktu. Adam açık kapıdan loş odaya çekinir gibi bir göz attıktan sonra eliyle gel işareti yaptı.
Zihni boşalmış bir halde yürüdü; ne korku ne heyecan duyuyordu, hatta bedenini bile hissetmez halde gitti adamın yanına.
Gözlerinin içine bakarak “İlk kez mi geliyorsun?” diye fısıltıyla sordu adam. Başını öne eğip “Evet” diye yanıt verdi. “İyi dinle o zaman” diyerek kulağına eğilerek anlatmaya başladı adam. Ağzından sigara, çürük diş ve keskin mide kokusu fışkırıyordu.
“İyi dinle o zaman… İçerideki çıkınca çağıracak seni; o çağırmadan sakın girme. Ayakkabılarını çıkarmayı unutma. O çağırınca gir. Hiç yüzüne bakmadan bekle, işaret verince otur. Eliyle otur işareti verince diz çöküp otur, bak işareti verince kafanı kaldır bak. Sorularına konuşmadan cevap ver, evet diyeceksen başınla evet işareti ver, hayır diyeceksen hiçbir şey yapma. ‘Şu gün yine gel’ derse gelmeyi ihmal etme.”
Bunları söyledikten sonra gözlerinin içine bakarak bir süre sustu. Onun hareketsiz beklediğini görünce “Kefaret ödemeden kruh huzura kavuşmaz” diyerek bir dua fısıldamaya başladı. Duanın sonuna geldiğinde yine gözlerinin içine bakarak “Unutma kefaret ödemeden ruh huzura kavuşmaz” diyerek yüzüne götürdü avuçlarını.
Adamın bütün dikkatiyle onu izlediğinin farkında, telaşla çantasında cüzdanına uzanıp beceriksizce iki ellilik seçerek attı kirli yeşil keseye.

Adama arkasını dönüp, biraz önce kadının yaptığı gibi kapının yanında beklemeye başladı. İçeriden ne dediği anlaşılmayan bir kadın sesi geliyordu. Sonra ses kesildi. Bir süre sonra da biraz önce arkadan gördüğü, kısa boylu, tıknaz kadın çıktı kapıdan. Yüzünü bir an ona çevirip boş gözlerle baktıktan sonra uzaklaştı.
Yüzü içeriye dönük, hiçbir şey hissetmeden, hiçbir şey düşünmeden, ellerini önünde kavuşturmuş, kapının eşiğinde bekliyordu. Sonra “Gel” diye seslendi kadın içerden. Tembihlendiği gibi karşısında oturduğunu hissettiği kadına hiç bakmadan yürüdü, sonra durup beklemeye başladı. Uzun süre hiçbir şey söylemedi karşısındaki.
Kadının gözlerinin bedeninde dolaştığını hissediyordu. Derin bir of çektikten sonra “Kaldır yüzünü” diye buyurdu. Kaldırdı, kadının gözlerine bakacak cesareti yoktu. Kaşlarının altından usulca göz atıp bakışlarını kadının bağdaş çökmüş bacaklarına indirdi. Gür siyah zülüflerini fark etmişti kadının, beyaz tülbent başörtüsünün yanlarından sıyrılan. At gözlükleri gibi uzanan zülüfler, ürkütücü bir hava katıyordu kadının koyu esmer tenine. Geniş yuvarlak çenesine tezat ince sivri burunlu zifiri siyah küçük gözleriyle delici bakışlar fırlatan bir kadın vardı karşısında. Eliyle 'otur' işareti yaptı.
Diz çöküp oturdu. Uzun süre hiçbir şey söylemedi kadın. Oturduğu yerden tütün saran ellerini görebiliyordu. Sardığı sigarayı yakıp küçücük bir nefes aldıktan sonra “Evlisin” dedi kadın, sorar bir tarzda. Başıyla ‘evet’ dedi.
“Sübyanın var, kucaktan kurtulmuş. Kocan hesap kitap mı desem yazı çizi mi desem, öyle bir işte çalışıyor. Çok işler gelmiş başına, kocan sahip çıkmamış. Başka biri var hayatında, senden uzaklaşıyor. Bu değil tek derdin. Biri var yakınında, kötü işler çeviren. Başınıza bela açacak diye korkuyorsun ama açacak. Çocuğunu uzak tut ondan. Epeydir seni kemiren bir sıkıntı var içinde. Utandığın, korktuğun işlere bulaştın, hakim olamadın nefsine.”

Epey bir süre sustu kadın, sigara içti durdu. “İmanın zayıf” diye devam etti sonra “Rabbinden uzak düştüğün için şeytan teslim almış çevrendekileri. Kocanda gözü olan biri var. Bir kalıp sabunu okutup senin her gün geçtiğin bir yere gömmüş. Sabun eridikçe sen de çevrendeki her şey de eriyor. Ya o sabunu bul git Mutsan Hoca’ya okutup onunla yıkan ya da karşı büyü yaptır ona. Unutma kefareti ödenmeden ruh huzura kavuşmaz.”
Kadın yine uzun bir süre sustuktan sonra “Kaldır başını” dedi. Rahatlamış hissetti kendini, hafiflemişti adeta, gözlerine bakabiliyordu artık kadının. Karşısındaki başını yere eğip ellerini açarak uzun bir dua okuduktan sonra önce sağına, sonra soluna, sonra başını sağ omzundan çevirip arkasına en son da onun yüzüne üfürdükten sonra elleriyle kalk işareti yapıp “Haydi git şimdi” dedi.

Hiçbir şey söylemeden kapıya kadar arka arka yürüyerek çıktı dışarı. Bu sefer kalabalıktı antre. Kapının hemen bitişiğinde, biraz önce onun içeri girmeden önce beklediği yerde, çelimsiz, soluk tenli, uzun kahverengi etekli, on-on üç yaşlarında bir kız çocuğuyla tesettürlü yaşlı zayıf kambur bir kadın bekliyordu.
Nerde olduğunu bile unutmuş, zihni uyuşmuş, hafiflemiş bir halde yandaki raflardan ayakkabılarını alıp giyerek merdivenleri indikten sonra ne kulağının beklediği eşek tıksırtısı ne de burunun beklediği ıslak kıl kokusu onu karşıladı avluda. Ne eşek ne çeşme ne de görmediği ama kokusunu duyduğu ıslak samanlardan eser vardı. Bir an şaşırdı ama bunların üzerinde duracak hali yoktu.
O geliyorken yağan ince yağmur dinmişti. Puslu bir Eyüp öğlenine çıktı şekilsiz iki katlı binanın sokak kapısından. Sala veriliyordu. Eyüp Sultan’a ulaşmak için koşturan kalabalığın arasından güçlükle sıyrılıp sahile indi. Kağıthane deresinin İstanbul varoşlarından taşıdığı pis kokulardan yorgun düşmüş Haliç, yağmur sonrası bulutların grisine teslim olmuş bunalıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder