23 Temmuz 2011 Cumartesi

Bir okur olarak Marcel Proust: İnsanlar arasındaki dostluk hava civadır

“Üzücü olan şu: Kayıp Zamanın İzinde'yi okuyabilmek için iinsanların ya hasta olmaları ya da bacaklarını kırmaları gerekiyor.”
Bu sözler Marcel Proust'un doktor kardeşi Robert'a ait. Üç bin sayfadan daha uzun (Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan çevirisi 3026 sayfa) bir roman yazan Proust'un uzun cümleleri de en az eseri kadar ünlüdür. Alain de Botton'un tespitine göre bu cümlelerin en uzunu beşinci ciltte (Mahpus) yer alıyor ve standart ölçüde bir metin olarak dizildiğinde yaklaşık dört metre tutuyor. Böylesine belalı bir yazar, acaba nasıl bir bir okurdu?
Bu soruya yanıt ararken Türkçe'de ilk elden başvurabileceğimiz tek kaynak Prost'un Okumak Üzerine (Notos Kitap) adlı uzun metni.

Proustyen şaşırtmaca

Proust'un akdikenleri Okuma Üzerine'nin satır aralarında da kendini gösteriyor. Okuma üzerine bir çift kelam etmek isterken, çocukluğunun mutfak köşelerini, köyün çiçekli yollarını, parkın aşağısındaki kuğuları, ikindi sofralarını, büyük halanın kimseyle tartışmayı kabul edemeyeceği değer yargılarını uzun uzun anlattıktan sonra “Okumadan söz etmek isterken, kitaplardan başka her şeyden söz ettim” diyor Proust ve özeleştiri yaptığını zannedenleri şaşırtmak için de hemen ekliyor.
“Çünkü okumalarım sırasında benimle konuşanlar kitaplar değildi. Ama belki okumaların bende birbiri ardına bıraktıkları hatıralar, benim okurumda da uyanacaktır. Bu çiçekli ve sapa yollarda zaman kaybetse de okuma adı verilen özgün psikolojik edim, zihinde yavaş yavaş yeniden yaratılacak ve böylece benim belirtmem gereken kimi düşünceleri şimdi kendine aitmiş gibi izleyebilecek güce sahip olacaktır.”
Asıl söylemek istediğini yazmadan önce özeleştiri yapacakmış hissi uyandıran bir girişle okuru şaşırtması (zira Proust asla özeleştiri yapmaz. Becket'in onu 'çalçene kadınefendi' diye nitelemesi boşuna değildir) Proustyen anlatımın tipik bir örneğidir. Okuyan bilir, Proust beklenmedik cümlecikleri ardarda yazarak okuru şaşırtmaktan büyük zevk alır. Şöyle der mesela: “Doktorlara güvenmek en büyük ahmaklık olur, eğer güvenmemek daha büyük bir ahmaklık olmasa.”

Okuyanlar Proust'un dostluğa inanmadığını da çok iyi bilir. Söz konusu dostluk olunca, okuru köy yollarında, sarp kaylıklarda, ırmak kenarlarında, akdikenler arasında dolaştırmadan doğrudan söyler sözünü: “Hiç şüphesiz dostluk, bireyler arasındaki dostluk hava civadır ve okuma bir dostluk biçimidir.”
Ancak Proust'a göre okuma diğer dostluk biçimlerini çirkinleştiren her şeyden bağımsız bir dostluk biçimidir. Üstelik bu dostluğa saygı da gereksizdir: “Moliere'in söylediğine tam tuhaf bulduğumuz ölçüde güleriz; bizi sıktığında sıkılmış görünmekten korkmayız ve onunla birlikte olmaktan gına geldiğinde ne dehası ne de ünü onu aniden yerine koymaktan bizi alıkoyamaz.Bu katışıksız dostluğun atmosferi, sözden daha katışıksız olan sessizliktir. Çünkü başkaları için konuşuruz ama kendimiz için susarız.”

Okur-yazar Proust

Marcel Proust, Okuma Üzerine'de bir okurun yazardan neleri beklemesi (beklememesi de denebilirdi) gerektiğini de anlatıyor.
“Yazarın” diyor “bilgeliğinin bittiği yerde bizimkinin başladığını çok iyi hissederiz ve onun yapacağı tek şey bizim arzu duymamızı sağlamekken, bize yanıt vermesini isteriz:”
Bu cümlenin öncesinde ve sonrasında yazdıklarıyla okur kimliğiyle konuşur gibi görünse de aslında yazar olarak okurdan beklentilerini dile getirmektedir. Proust okumanın pek kolay olmadığının da pekala farkındadır Kayıp zamanın İzinde'nin yazarı, nasıl ki yeryüzünün en güzel parçalarına, saklı cennetlere zorlu yollardan dolaşılarak bir hayli zahmetle varılabildiğinin farkındaysa.
İşte size iki Proust okuma deneyimi. Hem de işi okumak olan iki uzmanın deneyimi. Kayıp zamanın İzinde'nin ilk kitabı olan Swanların Tarafı'nı yayımlamak amacıyla inceleyen yayınevinin editörü tepkisini şöyle dile getiriyor:
“Sevgili dostum, belki ben bir aptalım ama uyumaya çalışan bir adamın yatakta nasıl debelenip durduğunu anlatmak için neden otuz sayfa yazdığını pek anlayamıyorum doğrusu.”
Aynı çalışmayı inceleyen bir başka yayınevi editörünün raporuysa daha çarpıcı: “Anlaşılmaz olaylar içinde boğulduktan, acılar içinde kıvrandıktan, bir türlü yüzeye varamamanın verdiği sinir bozucu sabırsızlık duygusuyla boğuştuktan sonra, nihayet yediyüzyirmi sayfanın sonuna geldiğinde insan, bu yazının ne anlattığı konusunda en ufak ama en ufak bir fikre sahip bile olamıyor. Bütün bu sayfalar ne anlatıyor? Anlamak imkansız. Bir şey söylemek imkansız.”
Bütün yayıncılar benzer tepkiler gösterdiği için Proust, Kayıp Zamanın İzinde'nin ilk kitabı Swanların Tarafı'nı okurlarına ancak kendi parasıyla bastırarak ulaştırabilecektir.

Bir tedavi yöntemi olarak okuma

Bir okuma disiplininden bahsedilebilir mi? Prousta göre hayır: “Bir okuma disiplini yaratmak, sadece teşvik edici bir şeye fazlasıyla rol yüklemektir. Okuma tinsel hayatın eşiğidir, oradaki yolu bize gösterebilir, yolu oluşturmaz.”
Bu cümlelerin arkasından gelen paragrafta ise şunları yazar: “Yine de bazı durumlar vardır, tinsel çöküntülerin patolojik denebilecek bazı durumları, bu durumlarda okuma bir tür iyileştirici disiplin olabilir ve tekrara dayalı teşviklerle tembel bir tini zihinsel yaşama ebediyen dahil etmekle yükümlü olabilir. Bu durumda kitaplar, tembel tin için, bazı siniir hastalarının ruhsal tedavilerine benzer rol oynar.”
Bunalıp yaşama enerjimi yitirmeye başladığım her seferinde dönüp dönüp Nikos Kazancakis'in Zorba'sını okuyan biri olarak bu tedavinin ne kadar etkili olduğunu iyi biliyorum. Şöyle diyor Proust: “Bizim için büyülü anahtarları olan içimizdeki derin, nüfuz edemeyeceğimiz yerlerin kapılarını açan yol gösterici olduğu sürece, okumanın yaşamımızdaki rolü sağıltıcıdır.”

Ruskin'in tilmizi

Prous'tan ve okumadan söz edince Ruskin'e değinmemek olmaz. Yazarımız bu İngiliz eleştirmene yaşamının bir döneminde büyük bir hayranlık besledi. Ruskin'in kitaplarıyla tanışmasını “Evren birdenbire sonsuz bir değer kazandı gözümde” diyerek anlatmıştır. Biraz önce andığım Okuma Üzerine adlı metinin bir bölümü de Proust'un Fransızcaya çevirdiği Ruskin'in Susam ve Zambaklar adlı kitabına yazdığı önsözdür.
Genç Marcel Proust'un yere göğe sığdıramadığı Susam ve Zambaklar'ı büyük bir şevkle elime almıştım. Bu şevkin yerini hayal kırıklığına bırakması uzun sürmedi. Ruskin'in beylik ukalıkları katlanılır gibi değildi. Proust'a bin lanet okuyarak kitabı fırlattım ve bir daha da elime almadım. Zira sonraları Proust da bu yaşlı bilgeden sıkıldı: “Ruskin, ahmakça takıntılı, kısıtlayıcı, yanlış ve saçma sapan şeyler yazıp duruyor.”
Proust, en çok ahkam kesmeyi öğrenmiş olmalı Ruskin'den. Kayıp zamanın İzinde'nin ilk ciltlerinde geniş yer tutan Hugo ve Toltoy'a bile taş çıkartacak ahkam sayfalarının sırrı bu Ruskin hayranlığı döneminde saklı olmalı.



6 Temmuz 2011 Çarşamba

Nazım Hikmet-Peyami Safa: Düşmanların büyüğü çoğu kez eski dostlardan çıkar


1920'li yılların ikinci yarısı... Nazım Hikmet, Ankara'da tutukludur. Cumhuriyet gazetesinin edebiyat sayfasını yöneten Peyami Safa Bey, onun 'Yanardağ' adlı şiirini yayımlar. Ancak bu durum gazete yönetiminin öfkesini çekmiştir. Ertesi gün Cumhuriyet gazetesini satın alanlar birinci sayfada şu düzeltme yazısını görecektir:
“Mahkum bir adamın kaleminden çıkmış olan 'Yanardağ' adlı manzume, gazetemizin dünkü nüshasında, yazıişleri müdürüne gösterilmeden yayımlanmıştır. Mesleği mesleğimize katiyyen uymayan bir muharrire ait olan manzumenin gazetemizde yayımlanmış olmasından dolayı, okurlarımızdan özür dileriz:”

Nazım Hikmet, serbest kalıp İstanbul'a gelince, kendisi yüzünden çalıştığı gazetenin yönetimiyle arası açılan sonra da işinden ayrılmak zorunda kalan Peyami Safa'yı arar ve aralarında bir dostluk başlar.

Nazım, 1928 yılında Moskova'dan döndükten sonra Sabiha-Zekeriya Sertel çiftinin çıkardığı Resimli Ay'da çalışmaya başlar. Nazım'ın gelişiyle birlikte Resimli Ay, Sabiha Sertel'in deyimiyle 'artık sol yazarların toplandığı bir dergi' haline gelir: “Nazım yeni bir edebiyatın temelini atmakla kalmıyor, aynı zamanda sosyalizm davasına yeni unsurlar kazanmaya çalışıyordu. Bir zamanlar Peyami Safa'yı da kazanmak sevdasına tutulmuştu. Peyami o zamana kadar vasat hikayeler, romanlar yazardı. Nazım'la temasa geçtikten bir müddet sonra Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanınını yazdı. Nazım, Resimli Ay'da bu kitabın tenkidini yaparken, Peyami'yi övüyor, kendi sanat görüşünü belirtiyordu.”

'Canım Nazım'a kara sevda ile'
Nazım Hikmet'in daha sonra kanlı bıçaklı olacağı Peyami Safa'ya bu desteğine Sabiha Sertel, 'Roman Gibi' adlı anılarında pek anlam veremez görünse de Aziz Nesin, sonraki yıllarda olayın perde arkasını şöyle anlatır:
“Peyami Safa'nın kokain içmeyi deneyip de doğru dürüst kokainman olmayı bile beceremediği yıllarda bir gece Degüstasyon'da içilir. Sonra Nazim Hikmet'le Peyami bir arkadaşlarının evlerine giderler. Orada Peyami kolunun nasıl sakat kaldığını anlatır. Bu olaydan büyük üzüntü duyan Nazım Peyami'ye:
-Nedir yazdığın saçma sapan şeyler... Niçin bu anlattıklarını bir roman yapmıyorsun? Cingöz Recai'leri bırak da bunu yaz der! O günden sonra da bu romanı yazması için Peyami'yi destekler, zorlar. Böylece 'Dokuzuncu Hariciye Koğuşu' ortaya çıkar. Peyami de Nazım Hikmet'e duyduğu minneti, romanı ona ithaf ederek ödemeye çalışır. Nazım Hikmet, Moskova'dan döndükten sonra, Alay Köşkü'ünde onu kürsüye çıkarıp:
-Gelmiş geçmiş Türk şairlerinin en büyüğü diye halka tanıtan Peyami'dir.”
Peyami Safa, o dönemdeki yakın dostuna adadığı bu kitabı 'Canım Nazım'a kara sevda ile' diye yazarak imzalar.
Aziz Nesin'in Alay Köşkü'ndeki toplantılara ilişkin anlattıkları da doğrudur. Dönemin Güzel Sanatlar Birliği Genel Sekreteri olan Peyami Safa, sık sık Necip Fazıl'ın da boy gösterdiği bu toplantılardan birinde Nazım'ı 'Büyük şair' olarak tanıtmış ve onunun şiirlerine övgüler düzmüştür.

Yakup Kadri'nin öfkesi
1920'li yılların sonunda Nazım Hikmet'in Resimli Ay sayfalarından estirmeye başladığı rüzgar, dönemin edebiyat otoritelerinin tepkisini çekmekte gecikmez. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Milliyet gazetesinde zehir zemberek bir yazı yayımlar: “Bu zavallı nesil bize bin beladan arta kalmıştır... Eğer daha ilk adımda dizleri titriyor ve gözleri uyuşuyor, kulakları uğulduyor, kafaları sersemleşiyorsa bunun kabahati kendilerinde değil, yetiştikleri devrin sayısız fecaatindedir.”

Nazım Hikmet'in çalıştığı Resimli Ay ile Peyami Safa'nın onbeş günlük olarak yayımlamaya başladığı Hareket dergisi bu saldırıya birlikte göğüs gerer.
Bu kavga sürerken Nazım Hikmet'in başlattığı Putları Yıkıyoruz kampanyası ise zaten gergin olan ortamı toz duman içinde bir savaş alanına çevirecektir.
Putları Yıkıyoruz kampanyasını destekleyen Peyami Safa, genç kuşağa ve Nazım Hikmet'e yöneltilen ağır eleştirilere kararlı bir şekilde yanıt verir: “Biz 'Varız' diyen nesiliz, bizde kuvvetimizin şuuru var. ... Yığınlar ayaklanıyor ve 'Yaşa' diye haykırıyorlar. Çünkü büyük bir edebiyat doğuyor. Galeyan var! Kaçılınız, yol veriniz.”

Safa, 'dünya edebiyatında kendine çok has bir nev'in yaratıcısı' diye nitelediği Nazım'ı da şöyle savunur: “O sadece ağlamayan ve haykıran zekasının malzemesini eski insanlıktan aldığı halde çatısını yeni bir teknikle kuran, ona müstakbel dünyaların rengini veren büyük bir kafa mimarıdır.”

Ancak, 1929 yılında Peyami Safa'nıın Resimli Ay'da yayımlanan Nazım Hikmet'in 'Jokond ile Sİ-YA-U'sunu eleştirdiği yazası ikili arasında ilk kez soğuk rüzgarlar esmesine neden olur. Nazım, yazıyı pek önemsemez gibi görünse de ilk kırılma yaşanmıştır.

'Moskova'dan gelen paraları kimler alıyor'
İki genç sanatçı arasındaki ilk ciddi tartışma ise, Nazım Hikmet'in 1934'ün sonunda Unutulan Adam adlı kitabını yazmasından sonra yaşanacaktır. Nazım Hikmet'in hep para sıkıntısı çektiğini bilen Peyami Safa, bir gün “Gelen paraları kimler alıyor” diye sorar. Kastettiği Moskovo'dan 'gelen paralar'dır. Bu soru karşısında büyük şaşkınlık yaşayan Nazım böyle bir şeyin olmadığını ve asla da olamayacağını söyler. Ancak arkadaşının hınzırca bakarak inanmaz bir havada konuyu değiştirmesini asla unutmayacaktır.

Sonrası, Avrupa'da hızla güç kazanan faşist hareketlerin büyük felaketlere doğru hızla yol aldığı ve siyasi kutuplaşmanın bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de giderek derinleştiği yıllar...
Resimli Ay'ın kapanmasının ardından senaryolar kaleme alıp, gazetelere Orhan Selim müstear adıyla yazılar yazarak geçimini sağlamaya çalışan Nazım Hikmet, sadece ezelden düşmanı sağcı yazarların değil, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhan gibi 'eski dost Akbabacılar'ın da hedef tahtası galine gelir.
Nazım Hikmet bu hamlelere 5 Ocak 1935 tarihli Akşam gazetesinde 'İt Ürür kervan Yürür' başlıklı bir yazıyla yanıt verir.
Nazım Hikmet'le eski dostu Peyami Safa kavga ise ikisinin de aynı sayfada köşe yazdıkları Sertellerin Resimli Ay'ı kapattıktan sonra çıkarmaya başladığı Tan gazetesinin sütunlarında su yüzüne çıkar. Tan'ın ikinci sayfasının sol sütununda Orhan Selim 'Bu da Benden', sağ sütunundaysa Peyami Safa 'Düşündükçe' başlığıyla köşe yazıları yazmaktadır. Bu iki yazara aynı sayfada köşe veren gazetenin sahibi Zekeriya Sertel, anılarında o günleri şöyle anlatacaktır:
“Nazım, daha çok komünizmi yaymak ve etrafındakileri komünizme kazanmak endişesindeydi... Bu konu Peyami Safa'yı çileden çıkarıyordu. Peyami çok zeki ve kabiliyetli bir gençti... Nazım onu davaya kazanmaya çok önem veriyordu... Fakat Peyami zeki olduğu kadar da kötü ruhlu bir adamdı. Çok içki içer hatta esrar kullandığı bilinirdi... Nazım'ın çevresinde yarattığı etkiyi kıskanır, onun ak dediğine mutlaka kara derdi..”

'Nazım'ın yazdıkları bakkal ağzı'
Avrupa'da faşizmin hızla iktidara koştuğu 1935 yılında Türkiye'deki aşırı milliyetçi yazar çizer tayfası da sesini daha çok yükseltmeye ve solcu aydınları açıktan hedef göstermeye başlamıştır. Peyami Safa o dönemde bir akşam bir dost sofrasında “Artık Nazım okunmuyor, yazıları bakkal ağzı, sütçü narası gibi sözlerle dolu” deyince Elif Naci ile aralarında hayli sert bir tartışma yaşanır.

Orhan Selim ertesi gün hem Tan'daki hem de Akşam'daki köşesinde Safa'nın bu sözlerini hedef alır. Tan'daki yazının başlığı 'Kahve-Gazino Entelektüelleri', Akşam'dakininse 'Entelektüel'dir. Akşam'daki köşesinde şunları yazar: “Entelektüellerin çoğu bir bakıma gramofon plakları gibidirler. İçlerine neyi doldurmuşlarsa onu çalarlar... Tavuğun, sığırın küçüğü, civcivi, palazı, danası güzeldir. Entelektüelinse büyüğü...”
Orhan Selim, birkaç gün sonra Tan'da çıkan 'Eski Dost' başlıklı yazıda ise o bildik atasözünün 'ozanca bir dilekten başka bir şey olmadığını' söyler: “... dostluk şarap gibi değildir. Yıllandıkça güzelliği,tadı artmaz çok kez... Tersine yılların içinde durgun su gibi kurtlanır, yosunlanır, tortulanır. Bunun için de düşmanların büyüğü çoğu kez eski dostlardan çıkar.”

Ataç üzerinden atışma
Bütün bunları üzerine alınmaz görünen Peyami safa, o günlerde Nurullah Ataç'la uğraşmaktadır. 12 Haziran 1935 tarihli Tan'da 'Kıskançlık İlmi' diye bir yazıyla Ataç'a yüklenen Safa'ya Orhan Selim de aynı gazetenin 17 Haziran 1935 tarihli nüshasında 'Ben Münekkitten Yanayım' başlıklı bir yazıyla yanıt verir.

Nazım'ın bu örtülü saldırılarına daha fazla sessiz kalmayan Peyami Safa, 23 Haziran 1935 tarihli tan'da 'Sürü Adamı' başlıklı bir yazı kaleme alır ve Nazım'ı 'dışarıdan aldığı telkinleri dile getiren bir softa' olarak netiler: “İçinde hep sürü insiyakları teptiği için şahsiyetten mahrum, insana en uzak insandır bu... Nüfusunu gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe başlamalı(dır)...”

Orhan Selim, Safa'ya ertesi gün Tan'da çıkan 'Küçük Adam' başlıklı yazısıyla yanıt verince gidişattan rahatsız olan Zekeriya Sertel, iki muharriri de ayrı ayrı odasına çağırarak uyarma gereği duyar. Bu uyarının ardından Peyami Safa, kavgayı kendisinin çıkarmakta olduğu Hafta dergisinde sürdürmeye karar verir.
Dergide 'Biraz Aydınlık' üst başlığıyla yedi yazı yayımlar. Nazım'ı nasıl tanıdığını, nasıl savunduğunu, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu nasıl ona ithaf ettiğini uzun uzun anlattığı bu yazılarda hasmına yönelik kullandığı ifadeler yenilir yutulur cinsten değildir: 'Şöhretinin büyük kısmını polisin takibine borçlu olan Bolşevik fantoması', 'lirik, cıvık hassas bir şair', 'su katılmamış burjuva'...

Mason locasında eşik aşındıran yazar
Peyami Safa'nın ikinci yazısı çıkınca Nazım Hikmet, Yedigün dergisini yayımlayan Naci Sadullah'a bir röportaj verir. Komünist şair, derginin 17 Temmuz 1935 tarihli sayısında çıkan söyleşisinde, 'küçük burjuva münevveri' diye nitelendirdiği Peyami Safa'ya şöyle yüklenir: “Herhangi bir fikre taassupla bağlanmanın, insanı bir sürü adamı haline soktuğunu söyleyen bu tip, mesela masonluk fikrine ve idealine kör bir taassup ve müthiş bir imanla bağlanmıştı ve bu bağlanışta o kadar ileri varmıştı ki bir mason locasına girebilmek için üç defa eşik aşındırıp üç defa reddedilmeyi bile göze almıştı.”

Peyami Safa, 'Biraz Aydınlık' başlıklı yazılarının üçüncüsünde bu söyleşiye ağır bir dille yanıt verir. 'Kaldırım politikacısı ağzı kullanmak'la eleştirdiği Nazım'ın iddialarını 'herze yumurtlamak' olarak nitelendiren Peyami Safa, bir dönem masonluğa ilgi duyduğunu gizlemez ancak “Üç defa eşik aşındırıp üç defa reddedildiğim yalandır” diye yazar.

Nazım'ın yanıtıysa yine Yedigün'de yayımlanır. Peyami Safa'yı provokatörlükle suçlayan Nazım, “Bu müteredddi fitnenin maskesini alaşağı etmek, onun korkunç iç yüzünü, bulaşık hastalıklar müzesindeki bir ibret levhası gibi ortaya çıkarmak zamanı gelmiştir.”
Peyami Safa'nın bütün hayatı boyunca şahsi menfaat peşinde koştuğunu iddia eden Nazım, onun kendisine “Ben senin hatırın için Marksist olurum” dediğini de aktarır. Nazım, Safa'nın kendisinin sırtını bir yere dayadığına inandığı için böyle söylediğini de öne sürer ve “Bu vehmin hakikat olmadığını anlamasıyla tebellür etti” der.

'Zeka ve şuur harabesi'

Peyami Safa bir sonraki yazısında 'zavallı oğlan' diye nitelediği Nazım'ın sözlerini alaya alır: “Karşıma böyle bir zeka ve şuur harabesi çıkacağını ummuyordum. Gene de bu sözleri Nazım Hikmet'in söylediğine inanmam. Biraz alık salıktır ama benim bildiğim Nazım bu kadar beyinsiz değildir...”

Üslubu gittikçe ağırlaşan yazılarının altıncısında sadece Nazım Hikmet'i değil, bütün solcu aydınları hedef alır Peyami Safa. Biraz Aydınlık dizisinin son yazısını şöyle tamamlar: “Evvelce müdafasını yaptığım Nazım Hikmet'in bu kadar mayasız, cevhersiz ve bomboş olduğunu ben bu polemiğe başlarken bilmiyordum.”

Peyami Safa'nın bu satırları 19 Ağustos 1935 tarihli Hafta'da yayımlanır. Yusuf Ziya Ortaç ile Orhan Seyfi Orhon'un 1 Eylül 1935 tarihinde yayımladıkları Aydabir dergisinin ilk sayısındaysa Nazım Hikmet'in ünlü 'Bir Provokatör Üstüne Hiciv Denemeleri' adlı uzun şiiri yayımlanır. Nazım rakibine son kez şöyle seslenir:

Bir düşün oğlum,
bir düşün ey yetimi Safa
bir düşün ki, son defa
anlayabilesin:
Sen bu kavgada
bir nokta bile değil,
bir küçük, eğri virgül,
bir zavallı vesilesin!..
Ben kızabilir miyim sana?
Sen de bilirsin ki, benim adetim değildir
bir posta tatarına
bir emir kuluna sövmek,
efendisine kızıp
uşağını dövmek!

Namık Kemal'in de adı karışır

Peyami Safa, 9 Eylül 1935 tarihli Hafta'da bu şiiri“Alık oğlan benim sayısız kusurlarım dururken iftihar ettiğim tek tük faziletimi hicvetmeye yeltenmiş” diye eleştirir ve bundan sonra Nazım'a Cingöz Recai'nin yanıt vereceğini söyler. Hafta'nın 23 Eylül 1935 tarihli sayısında da 'Cingöz Recai'den Nazım Hikmet'e başlığıyla bir yergi yayımlar:
Gel bakayım,
lüle lüle kıvrım kıvrım samur saçlı,
pamuk tenli, al yanaklı sarı papam
...
gel bakayım yetimlikle maytap eden paşa zadem,
Bre toprak altında yatan
büyük Türk ölülerine çatan
...
bre kaltaban
bre Türk düşmanı, bre vatan
haini şarlatan
....

Safa, 'toprak altında yatan büyük türk ölülerine çatan' derken Nazım'ın kendisine yazdığı hicivde Namık Kemal'i 'takma aslan yeleli Namık kemal üstadın' diye eleştirmesine yanıt vermektedir. Nazım'ın Namık Kemal'i bu şekilde nitelendirmesi o dönemde sadece sağcı aydınların değil, solcuların da tepkisini çekecek ve daha büyük yeni bir kavganın başlamasına neden olacaktır.





24 Haziran 2011 Cuma

Dostoyevski-Turgenyev kavgası

 
1845 yılında tanıştıklarında Fyodor Mihailoviç Dostoyevski 24, İvan Sergeyeviç Turgenev 25 yaşındadır. Döneme damgasını vuran büyük edebiyat eleştirmeni Belinski'yi hayran bırakan İnsancıklar'ın yayınlanmasını bekleyen Dostoyevski, Petersburg'ta Rus edebiyat çevrelerine dahil olmanın sarhoşluğu içindedir. Şunları yazar kardeşine:
“Turgenyev bana aşık. Ne adam, ne adam kardeşim! Ben de neredeyse aşık olacağım ona. Yetenekli bir ozan, bir aristokrat, yakışıklı, zengin, zeki ve kültürlü bir oğlan. Öyle sanıyorum ki doğa ondan hiçbir şeyi esirgememiş. Üstelik hayran olunacak son derece dürüst bir karakteri var.”
Turgenyev'se aslında dalgasını geçmektedir bu tuhaf görünümlü Moskovalı genç adamla. Dostoyevski, kardeşine bu mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra, yeni tanışları onu bir kabul töreninde dönemin monden güzellerinden bir genç kıza götürürler. Genç kız, Dostoyevski'nin eseri üzerine övücü sözler söylemeye hazırlanırken bizimki sararıp sendeleyerek yere yığılır. Bitişik odaya sürükleyip yüzüne kolonya serperek kendine getirirler çiçeği burunda şöhreti.

Edebiyatın burnunda kızarın sivilce

Bir süre sonra Dostoyevski'nin 'bana aşık' dediği Turgenyev'le 'yoksulların ince ozanı' diye nitelediği Nekrassov, bu olay üzerine yenilmez yutulmaz bir yergi yazarlar:
“Üzgün yüzlü şövalye
Dostoyevski, sevimli palavracı,
Edebiyatın burnunda kızaran yeni bir sivilcesin sen.
Az sonra Türk sultanı vezirlerini gönderecek sana;
Ama sen bir kabul töreninde
-Ey günün konusu Efsane!-
Ünlü prenslerin arasında
Kayan bir yıldız gibi düştün
Ve sarışın bir dilberin önünde
Kalkık burnunu kırdın”

İki genç meslektaş, daha sonra Annenkov'un da da katılımıyla Dostoyevski hakkında rezilce fıkralar uydurup yaymaya başlar. Ancak, İnsancıklar'ın yazarı buna rağmen onlarla görüşmeyi sürdürür.
Kitabının gördüğü beğeniyle ayakları yerden kesilen Dostoyevski'nin kendini dahi sandığı söylentisi de sürekli espiri konusu olmaktadır Petersburg salonlarında. Bir gün bir salon buluşmasında Turgenyev taşrada rastladığı kendini dahi sanan bir zavallıyı gülünç çizgilerle resmederken çarşaf gibi bembeyaz kesilen Dostoyevski, öykünün sonunu beklemeden kendini dışarı atar.

Kenar süslü İnsancıklar

Yine Turgenyev'in o günlerde ortaya attığı 'Dostoyevski, İnsancıkların özel bir kenar süsüyle yayımlanmasını istiyormuş' iddiası genç şöhretimizin epey alay konusu olmasına yol açar.
Normali bilmeyen ruh hali sürekli bir uçtan diğerine savrulan Dostoyevski'nin alınganlığı had safhaya ulaşmıştır.
Bir akşam Ogarev, Belinski ve Herzen, Turgenyev'de buluşmuş kağıt oynarken birisinin nükteli bir sözü üzerine hepsinin kahkahayı bastığı anda Dostoyevski eşikte görünür. Bu kahkaha fırtınası onu deliye çevirmiştir. Yine sararıp kalır ve hızla dönerek çekip gider.
Bir saat sonra Turgenyev onu avluda bulduğunda soğuktan taş kesmiş bir haldedir.
“Neyiniz var” sorusunu neredeyse ağlayarak yanıtlar:
“Tanrım çekilmez bu! Nerede bulunsam benimle alay ediyorlar. Ben içeri girince nasıl gülmeye başladığınızı gördüm.”

Bu dönemde maruz kaldığı alaylar Dostoyevski'de derin izler bırakacaktır. Ömrünün son döneminde yayımladığı Bir Yazarın Günlüğü'nde 'kısa parmaklı, iri gövdeli, durumunu koruyabilmek için nükteler savuran içi geçmiş beyzade' diye nitelediği Turgenyev'i 'hiç bir zaman sevmediğini' yazacaktır.
Turgenyev de bunu doğrular ancak yaptıklarını unutmuş gibidir: “İkimiz de henüz iki genç yazarken o benden nefret ediyordu. Oysa ben onun kinine yol açacak hiçbir şey yapmamıştım.

Sonrası Dostoyevski için idamdan son anda kurtuluşu ve Sibirya, Turgenyev içinse Avrupa yılları...

Herzen ve Turgenyev'e borç mektubu

Sürgün cezasını tamamlayıp Petersburg'a dönen Dostoyevski, 1866 yılında alacaklıların baskısından bunalır ve yayıncı Stellovski ile akla zarar bir sözleşme imzalayarak soluğu Avrupa'da alır. Yanında götürdüğü parayı kısa sürede Wiesbaden'in kumar salonlarında kaybeder ve aç sefil, çaresiz geçen günlerin sonunda Herzen ve Turgenyev'e birer mektup yazarak borç ister. Herzen yanıt verme gereği bile duymaz.
“Sizi tedirgin ettiğim için üzgünüm ve utanıyorum. Bu gün için başvurabileceğim tek kişi sadece sizsiniz ve sonra siz, öbürlerinden çok daha nazik ve zekisiniz. ... Sizinle erkek erkeğe konuşuyorum ve sizden yüz taler istiyorum” diye seslendiği Turgenyev, 50 taler gönderir.
“Elli taler için teşekkürler, benim çok iyi İvan Sergiyeviç'im” diye yazdığı Turgenyev'e bu borcunu üç haftadan önce ödeyemeyeceğini de belirtir. Ancak bu borcun ödenmesi hayli zaman alacaktır.

Yıllar sonra bu kez, yeni evlendiği stenografı Anna Grigoryevna ile çıktığı Avrupa turunda yine oradan oraya savrulup günlerini rulet masalarında tüketirken Baden Baden'de Turgenyev'le karşılaşır. Anna Grigoryevna borcunu unutmadığını göstermesi için Turgenyev'i ziyaret etmesini önerdiğinde hayli bunalsa da bu tavsiyeyi yerine getirir.
Turgenyev'in o günlerde yeni çıkmış olan Duman adlı kitabını hiç beğenmemiş, “Eğer Rusya yeryüzünden kalkacak olsa, insanlıkta ne bir boşluk ne de girdap bırakır” cümlesine de fena takmıştır.
Buluşmanın başında kopar kavga: “Daha bir çok şeyin yanı sıra Almanların önünde eğilmemiz gerektiğini söyledi bana. Bütün dünya için tek ortak yol uygarlıkmış, özgül olarak Rus ve bağımsız olan bütün girişimler bayağı ve aptalcaymış. Tüm Slavcılar üzerine makale yazmakta olduğundan söz etti. Daha bir kolay olsun diye kendisine Paris'ten dürbün getirmesini öğütledim. 'Neden' dedi. 'Çünkü çok uzağa gelmişsiniz' diye karşılık verdim 'Rusya üzerine çeviriniz dürbünü ve bizi inceleyiniz, yoksa bizi görmek güç gelecek size'”.
Görüşme sırasında Dostoyevski Almanlar hakkında ileri geri konuşunca Turgenyev küplere biner: “Bu çeşit konuşmakla bana hakaret ediyorsunuz. Biliniz ki ben buraya temelli yerleştim. Kendimi Alman sayıyorum, Rus değil ve bununla öğünüyorum.”

'Almanlaşmaktan korkmuyorum çünkü Almanlardan tiksiniyorum'

Dostoyevski, 'yozlaşmış soylu' diye nitelediği ev sahibini öfkeden kudurtmuş olmaktan kıvanç duyarak tamamlar bu ziyareti. Daha sonra şöyle yazacaktır:
"Turgenyev yabancı ülkede kuruyor, yeteneğini yitiriyor. Ben Almanlaşmaktan korkmuyorum çünkü bütün Almanlardan tiksiniyorum...”
Dostoyevski, Turgenyev'den intikamını Ecinniler'de onun çok çirkin bir karikatürünü çizerek alır. Kitabın alay konusu kahramanlarından birisi olan yazar Karmazinov, 'Avrupalı bir Rus'tur. Karmazinov'u Turgenyev'e ait anlatılardaki ifadeleri cin gibi bir zekayla tiye alarak tasvir eder:
“Ben Alman oldum bundan da onur duyuyorum. İşte yedi yıldır Karlsruhe'de oturuyorum. Geçen yıl belediye kurulu, yeni su borularının döşenmesine karar verdiği vakit, yüreğimin ta derinlerinde duydum ki Karlsruhe sularının kanalizasyon işi, sevgili yurdumun bütün sorunlarından daha önemliydi benim için.”
Daha önceki kitaplarında rastlanmayan bir mizah ve ironiyle okurlarını şaşırttığı Ecinniler'de sadece Turgenyev'i değil o dönemin kültürel ve siyasal arenasında önce çıkan bir çok figürü de yerden yere vurur. Bundan nefret ettiği Batı'yı temsil eden şahsiyetler de nasibini alır. Mesela 'büyük bir Amerikan işadamını şöyle anlatır: “O büyük mirasının hepsini fabrikalar kurulması ve uygulamalı bilimlerin öğretilmesi için,iskeletini akademinin öğrencileri için, derisini de gece gündüz Amerikan ulusal marşının çalınacağı bir davul yapılması için bıraktı.”

Karmazinov tipiyle karikatürize edilenin kendisi olduğunu herkesten önce anlayan Turgenyev dostlarına şöyle yakınır: “Dostoyevski karikatürden daha bayağı bir şey yapmakta sakınca görmedi. Neçayev'in partisine elverişli K...'nin çizgileri altında beni betimledi. Üstelik alaya almak için bir süre yayımladığı dergiye verdiğim anlatıyı seçmesi de ilgi çekicidir. Oysa bu anlatı için beni kutlama mektuplarıyla minnet ve şükran yağmuruna tutmuştu.”

Puşkin şenliğinde gözü yaşlı kucaklaşma

Yıllar hızla akıp gider. Dostoyevski Karamazov Kardeşler'i yazmış şöhretin doruğunda bir yazar hatta bir 'peygamber'dir artık Rusya'da. İki yazar son kez 1880 yazında Puşkin'e Saygı Şenlikleri'nde bir araya gelir. İkisi de birer konuşma yapacaktır. Önce Turgenyev söz alır. Bir gün sonra kürsüye çıkan Dosteyevski o ünlü 'Puşkin Üzerine Konuşması'nı yapınca salonda adeta fırtınalar kopar. Dostoyevski o anı eşine yazdığı mektupta şöyle anlatır:
“İnsanlığın dünya çapında birliği ülküsünü dile getirdiğim zaman bütün salon isteri nöbetine tutulmuş gibiydi. Konuşmam sona erdiğinde coşkunca fırlatılan çığlıkları, haykırışları anlatamam. Birbirini hiç tanımayan dinleyiciler ağlaşıyor, birbirlerini kucaklıyor ve bundan böyle daha iyi insanlar olacaklarına, komşularından nefret edecek yerde, onları seveceklerine yemin ediyorlardı... Örneğin iki yaşlı adam aniden beni durdurup 'Yirmi yıldır birbirimize düşmandık ama şimdi kucaklaşıp barıştık. Bizi barıştıran sensin, sen bizim azizimiz peygamberimizsin' dediler... Konuşmamda hakkında birkaç övücü söz söylediğim Turgenyev gözlerinde yaşlarla kendini kollarıma attı. Annenkov koşarak geldi elimi sıktı, omzumdan öptü.... Zafer tam bir zafer.”

Ne var ki bu yakanlaşmanın ömrü uzun olmayacaktır. Dostoyevski'nin ölümünden sonra düzenlenen etkinliklere kızan Turgenyev, onu Marquis de Sade'a benzetir: “Bu bizim Sade'mız için bütün Rus piskoposlarının törenler yaptıkları, bu evrensel insanın evrensel sevgisi üzerine vaizlerin vaazlar okuduğu düşünülürse... Garip bir zamanda yaşıyoruz.”

Doğu-Batı çekişmesi

Ruhu asla asla huzur bulmayan, normali bilmez, aklın ve duyguların sınırında macera arayan Dostoyevski ile hep makul ve mantıklı olmuş Turgenyev her açıdan birbirine zıt iki karakterdir. Birisi ne kadar giyimine özenli, hesabını kitabını bilen her koşulda nazik ve kibar bir asilzadeyse diğeri o kadar hırpani, plan tutmaz ne yapacağı asla kestirilemeyen şehirli bir savruktur.
Gençlik yıllarındaki hergelelikleri bir yana bırakacak olursak aralarındaki kavga Türk aydınlarını da yıllarca bir birine düşüren Doğu-Batı çekişmesinden öte bir şey değildir. Dostoyevski dünyanın geleceğini Rusyanın yeniden doğuşunda gören bir Slavcı, Turgenyev'se Batı uygarlığına hayran bir rasyoneldir. Bugün dünya ölçeğindeki şöhreti onu kat kat aşmış olsa da Dostoyevski, hep rakip olarak gördüğü ve edebi mücadele içinde olduğu Turgenyev'den hayli etkilenmiştir. Zira hem Delikanlı'ya hem de Karamazov Kardeşler'e pekala Babalar ve Oğullar adı da verilebilirdi.

Sadece etkilenmek değil, kıskançlıktır da söz konusu olan. Derler ki 'Dostoyevski'nin çevirilerini okuyanlar, Ruslardan daha şanslıdır.' Onun orijinal metinlerinin anlatım bozukluklarıyla dolu olduğu hep söylenegelmiştir. Bu eleştirilere yanıt verirken bile Turgenyev'e çatmaktan geri kalmaz.
“Ne şartlar altında çalıştığımı bir görseler. Benden kusursuz şaheserler bekliyorlar. Oysa ban en acı, en sefil sıkıntılar yüzünden alelacele yazmak zorundayım” diye dert yanarken malikanelerinde rahat bir şekilde oturup cümlelerini tekrar tekrar düzenleyip düzeltmeye fırsat bulabilen Turgenyev ve Tolstoy'a lanetler yağdırır.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Falcıda

 
Eyüp’te yokuş dar bir sokaktaydı kadının evi. Dışarıdan bakıldığında, iki katlı şekilsiz bu evin giriş kapısı, nem, ıslak saman ve çürümüş tahta kokan bir avluya açılıyordu. Avlunun sol köşesindeki çeşmenin yanına bağlanmış eşek yağmurdan sırılsıklam olmuş tıksırıyordu.
Avlunun üç duvarında biri açık, diğerleriyse yıllardır yerinden oynamamış gibi kapalı duran üç kapı vardı. Açık kapıdan tahta bir merdivenin ilk basamakları görünüyordu.
Eşeğin tıksırığı ve asma yapraklarını döven ince yağmurunkinin dışında hiçbir ses duyulmuyordu. Bir an için yanlış geldim herhalde diye düşünüp geri dönmeyi düşündü ama ayakları onu açık kapıdan içeri sokmuş, ürkek adımlarla merdivenleri çıkıyordu.
Üst kata yaklaştıkça halıda yürüyen ayakkabısız ayakların sesini duyar gibi oldu. Birisi birisine fısıltıyla bir şeyler tembihliyordu. Tahta tırabzanlara tutunarak, dikkat kesilmiş bir halde tırmandı merdiveni.
Yanlış duymamış ya da hissetmemişti. Yüzünü tam göremediği, yanında yedi-sekiz yaşlarında, beyaz çarşaf içinde bir kız çocuğu olan, zayıf, avurtları çökmüş, kır saçlı hafif kambur bir adam, sırtı ona dönük bir kadına fısıltıyla bir şeyler tembihliyordu. Adamın son söylettiklerini işitti sadece:
“Unutma kefareti ödenmeden ruh huzura kavuşmaz.”
Sonra iki avucunu duasını bitirmiş biri gibi, gözlerini kapatarak yüzüne sürdü.
Kadın cüzdanını telaşla karıştırıp adamın bileğine asılı kirli yeşil keseye, telaşla para bıraktı. Sonra yanı başlarında bir mağara deliği gibi açık duran loş ışıklı odanın kapısının sağında ellerini önünde kavuşturmuş, yüzü yere eğik beklemeye başladı.

Kadın çekilince tam olarak görebildi, seyrek kır sakallı, kamburun rengi soluk yüzünü. Adam onun geldiğinin farkında değilmiş gibi davranıyor, yanındaki kız çocuğu ise gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Merdivenin son basamağını da çıktıktan sonra ne yapacağını bilmez halde beklemeye başladı. Adam o anda onu fark etmiş gibi eliyle 'orada dur' işareti yaptı.
O ara loş ışıklı odanın kapısından, otuzlu yaşlarda, şık giyimli, türbanlı yüzünü kimseye göstermek istemezcesine başı öne eğmiş bir kadın çıktı. Kapının yanı başındaki raflarda duran topuklu kırmızı ayakkabılarını alıp aceleyle, beş-altı adım mesafedeki merdivenlere yürüdü. Merdivenin başına geldiğinde yere bıraktığı ayakkabıları telaşla giyip basamakları hızla inerek gözden kayboldu.
Biraz önce adamın tembihlediği kısa boylu tııknaz kadın açık kapının önünde ayakkabılarını çıkarıp aynı rafa koyarak, yüzü yere eğik beklemeye başladı. Sonra bir işaret almışçasına girdi içeri.

Adam onun kendisine doğru hareketlendiğini görünce tekrar eliyle bekle işareti yapıp, kızın elinden tutarak solunda duran yeşil kapıyı açıp yan tarafa geçti. Birkaç dakika sonra tekrar geldiğinde yanında beyaz çarşaflı kız çocuğu yoktu. Adam açık kapıdan loş odaya çekinir gibi bir göz attıktan sonra eliyle gel işareti yaptı.
Zihni boşalmış bir halde yürüdü; ne korku ne heyecan duyuyordu, hatta bedenini bile hissetmez halde gitti adamın yanına.
Gözlerinin içine bakarak “İlk kez mi geliyorsun?” diye fısıltıyla sordu adam. Başını öne eğip “Evet” diye yanıt verdi. “İyi dinle o zaman” diyerek kulağına eğilerek anlatmaya başladı adam. Ağzından sigara, çürük diş ve keskin mide kokusu fışkırıyordu.
“İyi dinle o zaman… İçerideki çıkınca çağıracak seni; o çağırmadan sakın girme. Ayakkabılarını çıkarmayı unutma. O çağırınca gir. Hiç yüzüne bakmadan bekle, işaret verince otur. Eliyle otur işareti verince diz çöküp otur, bak işareti verince kafanı kaldır bak. Sorularına konuşmadan cevap ver, evet diyeceksen başınla evet işareti ver, hayır diyeceksen hiçbir şey yapma. ‘Şu gün yine gel’ derse gelmeyi ihmal etme.”
Bunları söyledikten sonra gözlerinin içine bakarak bir süre sustu. Onun hareketsiz beklediğini görünce “Kefaret ödemeden kruh huzura kavuşmaz” diyerek bir dua fısıldamaya başladı. Duanın sonuna geldiğinde yine gözlerinin içine bakarak “Unutma kefaret ödemeden ruh huzura kavuşmaz” diyerek yüzüne götürdü avuçlarını.
Adamın bütün dikkatiyle onu izlediğinin farkında, telaşla çantasında cüzdanına uzanıp beceriksizce iki ellilik seçerek attı kirli yeşil keseye.

Adama arkasını dönüp, biraz önce kadının yaptığı gibi kapının yanında beklemeye başladı. İçeriden ne dediği anlaşılmayan bir kadın sesi geliyordu. Sonra ses kesildi. Bir süre sonra da biraz önce arkadan gördüğü, kısa boylu, tıknaz kadın çıktı kapıdan. Yüzünü bir an ona çevirip boş gözlerle baktıktan sonra uzaklaştı.
Yüzü içeriye dönük, hiçbir şey hissetmeden, hiçbir şey düşünmeden, ellerini önünde kavuşturmuş, kapının eşiğinde bekliyordu. Sonra “Gel” diye seslendi kadın içerden. Tembihlendiği gibi karşısında oturduğunu hissettiği kadına hiç bakmadan yürüdü, sonra durup beklemeye başladı. Uzun süre hiçbir şey söylemedi karşısındaki.
Kadının gözlerinin bedeninde dolaştığını hissediyordu. Derin bir of çektikten sonra “Kaldır yüzünü” diye buyurdu. Kaldırdı, kadının gözlerine bakacak cesareti yoktu. Kaşlarının altından usulca göz atıp bakışlarını kadının bağdaş çökmüş bacaklarına indirdi. Gür siyah zülüflerini fark etmişti kadının, beyaz tülbent başörtüsünün yanlarından sıyrılan. At gözlükleri gibi uzanan zülüfler, ürkütücü bir hava katıyordu kadının koyu esmer tenine. Geniş yuvarlak çenesine tezat ince sivri burunlu zifiri siyah küçük gözleriyle delici bakışlar fırlatan bir kadın vardı karşısında. Eliyle 'otur' işareti yaptı.
Diz çöküp oturdu. Uzun süre hiçbir şey söylemedi kadın. Oturduğu yerden tütün saran ellerini görebiliyordu. Sardığı sigarayı yakıp küçücük bir nefes aldıktan sonra “Evlisin” dedi kadın, sorar bir tarzda. Başıyla ‘evet’ dedi.
“Sübyanın var, kucaktan kurtulmuş. Kocan hesap kitap mı desem yazı çizi mi desem, öyle bir işte çalışıyor. Çok işler gelmiş başına, kocan sahip çıkmamış. Başka biri var hayatında, senden uzaklaşıyor. Bu değil tek derdin. Biri var yakınında, kötü işler çeviren. Başınıza bela açacak diye korkuyorsun ama açacak. Çocuğunu uzak tut ondan. Epeydir seni kemiren bir sıkıntı var içinde. Utandığın, korktuğun işlere bulaştın, hakim olamadın nefsine.”

Epey bir süre sustu kadın, sigara içti durdu. “İmanın zayıf” diye devam etti sonra “Rabbinden uzak düştüğün için şeytan teslim almış çevrendekileri. Kocanda gözü olan biri var. Bir kalıp sabunu okutup senin her gün geçtiğin bir yere gömmüş. Sabun eridikçe sen de çevrendeki her şey de eriyor. Ya o sabunu bul git Mutsan Hoca’ya okutup onunla yıkan ya da karşı büyü yaptır ona. Unutma kefareti ödenmeden ruh huzura kavuşmaz.”
Kadın yine uzun bir süre sustuktan sonra “Kaldır başını” dedi. Rahatlamış hissetti kendini, hafiflemişti adeta, gözlerine bakabiliyordu artık kadının. Karşısındaki başını yere eğip ellerini açarak uzun bir dua okuduktan sonra önce sağına, sonra soluna, sonra başını sağ omzundan çevirip arkasına en son da onun yüzüne üfürdükten sonra elleriyle kalk işareti yapıp “Haydi git şimdi” dedi.

Hiçbir şey söylemeden kapıya kadar arka arka yürüyerek çıktı dışarı. Bu sefer kalabalıktı antre. Kapının hemen bitişiğinde, biraz önce onun içeri girmeden önce beklediği yerde, çelimsiz, soluk tenli, uzun kahverengi etekli, on-on üç yaşlarında bir kız çocuğuyla tesettürlü yaşlı zayıf kambur bir kadın bekliyordu.
Nerde olduğunu bile unutmuş, zihni uyuşmuş, hafiflemiş bir halde yandaki raflardan ayakkabılarını alıp giyerek merdivenleri indikten sonra ne kulağının beklediği eşek tıksırtısı ne de burunun beklediği ıslak kıl kokusu onu karşıladı avluda. Ne eşek ne çeşme ne de görmediği ama kokusunu duyduğu ıslak samanlardan eser vardı. Bir an şaşırdı ama bunların üzerinde duracak hali yoktu.
O geliyorken yağan ince yağmur dinmişti. Puslu bir Eyüp öğlenine çıktı şekilsiz iki katlı binanın sokak kapısından. Sala veriliyordu. Eyüp Sultan’a ulaşmak için koşturan kalabalığın arasından güçlükle sıyrılıp sahile indi. Kağıthane deresinin İstanbul varoşlarından taşıdığı pis kokulardan yorgun düşmüş Haliç, yağmur sonrası bulutların grisine teslim olmuş bunalıyordu.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Cengiz Ama Han Değil I: Diyalektiğin Beşinci Kuralı

Onu, Akmar Pasajı’nda kitapçılıktan bunaldığım günlerde tanıdım. Alkolikti, küfürbazdı, korkusuzdu. Uzaktan bakarsınız para kazanmak için her yola başvuran nefretengiz bir tüccardı . Biraz yakınlaştığınızdaysa paraya hiç değer vermeyen bir sohbet adamı, bir derviş vardı karşınızda. Okul yüzü görmemişti ama o sıralar her türlü kitabın korsanını basarak eğitim sektörüne katkıda bulunuyordu!

Altındağ'da bir çocuk

Hayat onu, çocuk yaşta, babaannesiyle Urfa’nın bir köyünden briket, tuğla, teneke, taş, tahta, kerpiç, insanların o anda ne buldularsa onla inşa ettikleri evlerin üst üste yığıldığı Altındağ’a sürüklemişti. İzmir’e sürüklenen kaderdaşları sabahın köründe Kadifekale’den midye dolma satmak için sokaklara dağılırken, o hemşerilerinin kol kanadı altında Ankara Otogar'ında lahmacun satıyordu. Sonra ayrıntılarını en sarhoş anlarında bile anlatmadığı, ama yeri geldiğinde övündüğü bir cinayet yüzünden hapse girmişti. Cezaevi günlerinden de tanıştığı onun ifadesiyle ‘Kürt ve Türk devrimciler’ dışında hiç bahsetmezdi.
Afla cezaevinden çıktıktığında nereye gömüldüğünü bile bilmediği babaannesi çoktan ölmüştü. Daha sonra  İstanbul’da hurdacılık yaparken bulmuştu kendini. Cezaevinden tanıdığı, inşaatlarda çalışan arkadaşları, eski evleri yıkmadan önce ona haber veriyorlar, o da evin kıyısında köşesinde sahibinin taşımaya değer bulmadığı eşyaları toplayıp götürüp satıyordu.

Paraya ve belalara açılan kapı

Cezaevinde okuma-yazma öğrendiği için kitaplara ayrı bir ilgi duymaya başlamıştı. Yıkılacak evlerde bulduğu kitapları, kağıtçılara satarken bir sahafla tanışmıştı. Daha sonra birlikte iş yapacakları bu düzenbaz, ona dükkanının adresini vermiş, bulduğu kitapları kendisine getirirse daha iyi para kazanacağını söylemişti. Artık kitapları onun Akmar Pasajı’ndaki dükkanına götürüyordu. Yine kitap götürdüğü soğuk bir kış günü haline acıyıp “Gel içerde bir çay iç ısınırsın” diye onu dükkanına çağırdığında kendisinin üç-beş kuruşa verdiği kitapları dükkana gelen müşterilerin on- on beş liraya satın aldığını görünce, onu hem paraya hem de başına alacağı nice belalarla ölümüne taşıyacak bir kapı açılmıştı önünde.
Sonraki günler daha sık gelmeye başladı Kadıköy’e. Onun hurdacılara verdiği eşyaları servete çeviren kurumlu antikacıları, ikinci el ev eşyalarını ondan aldıkları fiyatın elli-yüz katına satan mobilyacıları, hele de ilk başlarda hurdacılara kilosu üç kuruşa verdiği kitapları, dergileri, resimleri ciddi paralarla elden çıkaran sahafları tek tek tanıyıp, onlarla sinir sistemlerinin tüm dirençlerini kırıncaya kadar pazarlık etmeyi öğrendikten sonra birisi eline tutuştursa sayamayacağı paraları kazanan farklı bir adam olmaya başlamıştı artık.
Akmar Pasajı’nda bir dükkan kiralama fikrini yakınındakilere ilk açtığında onu vazgeçirmeye çalıştılar "Bu kurtlar sofrasında seni çabuk harcalar" diyerek.. Ancak o eski Cengiz değildi, gözleri açılmıştı. Herkese akıl danışıp, söylenenleri sonuna kadar bütün dikkatiyle dinliyor ama daima kendi bildiğini yapıyordu.
İçkisi sigarası yoktu, epey para biriktirmişti. Ancak işleri hayli düzelmiiş olsa da hala 1 Mayıs Mahallesi’nde sekiz kişiyle birlikte bir gecekonduda yaşıyorlardı.

Felsefe'nin Başlangıç İlkeleri

Sonunda Akmar’da bir dükkan kiraladı. Kısa sürede de içini kitaplar, antika eşyalar, eski tablolar ve eskizlerle doldurdu. Çocukluğundan beri eline bir çöp geçse gayri ihtiyari resim çizerdi. Tablolara veya ressamların ön çalışmaları olduğunu çok sonra öğrendiği kara kelem eskizlere daha çok para verildiğini görünce dükkanın bir köşesini adeta sergi salonuna çevirdi. Bu arda çalışmadığı zamanlarda rasgele seçtiği kitapları okuyordu. Çoğundan hiçbir şey anlamıyor, ama kimselere de akıl fikir soracak cesareti kendinde bulamıyordu. Cezaevindeki devrimcilerin sürekli sözünü ettiği Felsefe’nin Başlangıç İlkeleri’ni almış dönüp dönüp okuyarak anlamaya çalışıyordu.
Yıllar geçtikçe daha önce hayalini bile kuramayacağı paralar kazanmaya başlamıştı. Ancak yıkılacak evler gittikçe azalıyordu. Eskisine göre çok az kitap, resim ve antika eşya bulabilir olmuştu. Aslında bulmak için eskisi gibi çaba sarf ettiği, sabahın köründe kalkıp gece yarılarına kadar dolaştığı da yoktu epeydir.
Küçük bir kız çocuğu olan, dul bir kadınla evlenmiş, Kadıköy’ün dışına pek çıkmaz olmuştu. “Bu kadınla tanışıncaya kadar içki, sigara nedir bilmezdim. Beni hepsine bu kadın alıştırdı” diye anlatacaktı daha sonra kahvaltı yapmadan, elinde viski şişesiyle sabahın köründe Akmar’da dolaşırken.

Sevgi başka ticaret başka

Eskiciliğin eski tatının kalmadığı günlerde İngilizce korsan kitaplar basmaya başladı. Benim onu tanımam korsan sektöründe en parlak günlerini yaşadığı döneme rastlar. Herkes para kazanmak için her imkanı kullanan, küçük ayak oyunlarıyla en yakınındakileri bile kandırmaya çalışan, hatta rakiplerini gammazlayan, gözü dönmüş bir tüccar olarak  bahsederdi ondan. Ama yakından tanıyınca gördüm ki her türlü riski bir an düşünmeden göze alsa da, paraya kıymet vermez iyi kalpkli bir dervişti o, sürekli peşinde bir tırşıkçılar ordusuyla dolaşan.
Beni çok sevdiğini zannediyorum. En azından bana karşı, bunun aksini hissedebileceğim hiçbir davranışını hatırlamıyorum ama ticari körlüğüm sayesinde bana asla kar edemeyeceğim koşullarda, karşılığı yüklü meblağlar tutan kitapları defalarca satmayı başarmıştı.
Hiç beklemediğiniz anlarda kendinden umulmayacak laflar eden biriydi. Bir sabah dükkanı açmış, çayla poğaça yiyerek, gazete okuyordum. Ortalık sakindi. Arkasına bastığı kösele tabanlı, topuklu ayakkabılarını sürüyerek geldiğini pasajın girişinden adımını attığında anlamış, inşallah buraya gelmez diye düşünüyorken, ayak sesleri benim dükkanda nihayet buldu. Bir elinde viski şişesi diğerinde plastik bardaklar “Günaydın müdür” diyerek daldı içeri. Kır saçları darmadağınık, kirli sakallarının gölgelediği gözleri her zamanki gibi kan çanağı, geçip karşımdaki sandalyeye oturdu.

Kolonlama ve korsan

Hemen bir sigara yakıp, iç içe duran plastik bardakları, titreyen elleriyle güçlükle ayırarak iki tanesini masanın üstüne koydu ve pür dikkat viski doldurdu. Bardaklardan birisini içeceğimden öylesine emin bir edayla bana uzattı. Alkolizme yatkın zihnim nasılsa sonuna kadar direnmeyi becerdi ve tüm ısrarlarına rağmen içmedim. “İyi olurdu be içsen, rahatlardın, çivi çiviyi söker derler ya akşamdan kalmalığını alırdı. Ben içmesem delirecek gibi oluyorum sabahları” diye söylenerek güçlükle küçük bir yudum aldı. Sonra masanın üzerinde duran gazetenin hafta sonu ekini açıp karıştırmaya başladı.
Ben gazete okumaya dalmıştım. Sigarasından derin bir nefes çekip darmadağın üfleyerek başını iki yana salladı: "İşe bak müdür be. Adamlar koyun kopyaladılar, yakında insan kopyalayacaklar, kimsenin bir şey dediği yok. Biz kitap kopyalıyoruz, savcısı polisi peşimizde ‘korsancı’ diye.”

Parmak hesabı diyalektik

Ben henüz tam uyananamış, ahmak ahmak ona bakarken devam etti konuşmaya. Akşamdan kalma gergin bedenini gevşetip, kıvranan beynini rahatlatan sabah viskisi filozofa çevirmişti bizimkini.
“Diyalektik müdür” dedi “bütün bunlar hep diyalektik. Neydi diyalektiğin birinci kuralı: "Zıtların birlikteliği…” İkinci kural…
Sol elinin parmaklarını küçük parmağından başlayıp sağ elinin baş parmağıyla tek tek kapatarak yeniden saymaya başladı: “Zıtların birlikteliği” küçük parmak; “Her şey dönüşür” yüzük parmağı; “Nicel birikim nitel değişim sağlar” orta parmak; Her şey birbiriyle ilişkilidir işaret parmağı... Sıra beşinci kurala geldiğinde bir türlü kapatamadı başparmağını Uzun uzun düşünüp "Neydi müdür yaa, neydi diyalektiğin beeşinci kuralı” diye sordu durdu.
Karşılıklı parmaklarımızı kapatarak kaç defa saydıysak da bir türlü bulamadık beşinci kuralı. Sonra fırladı yerinden “Felsefenin Temel İlkeleri var mı burada ama 1978 Sosyal Yayınları baskısı” diyerek raflarda aranmaya başladı. “Yok müdür” deyince koşarcasına yan tarftaki Tereyağı Recep'in dükkanını gitti ancak bir süre sonra eli boş döndü: “Yok dedi ibne, kesin vardır onda ama vermedi şerefsiz” diyerek cep telefonunu çıkarıp birini aradı. Karşıdaki ne cevap verdi bilmiyorum, “Dur şimdi bulurum ben onu” diyerek plastik bardaktaki içkisini yarım bırakıp viski şişesini alarak çıktı.